Bir videoda gördüğünüz salon, kendi eviniz gibi hissettirdiğinde ne düşünüyorsunuz? Tanımadığınız birinin mutfağındaki kahve köşesi ya da yatak odasındaki yatak başlığı sizinkine birebir benziyorsa… Bu sadece bir tesadüf mü, yoksa algoritmaların yönettiği bir estetik tekrar mı? 

Instagram’da, Pinterest’te ya da TikTok’ta her gün onlarca “ilham verici” iç mekan görseliyle karşılaşıyoruz. Ancak zamanla bu görseller ilhamdan çok, bir tür görsel emir gibi çalışmaya başlıyor. Herkesin evi benzeşiyor, stil bireysel olmaktan çıkıp “standartlaşmış bir güzelliğe” dönüşüyor. 

Bugün artık sadece kıyafetlerimiz değil, evlerimiz de birbirine benziyor. Şehirler değişse de; mekanlar, mobilyalar, hatta ışık kullanımı bile aynılaşıyor. Bunun muhtemelen en başlıca sebebi; TikTok ve Pinterest gibi görsel ilham platformlarının, zamanla standart estetikler üretmeye başlaması. İlk gördüğümde çok yadırgamıştım (şimdi çok aşina geliyor tabii), Pinterest stili salon, Pinterest stili balkon…şeklinde tabirleri. Pinterest stili diye bir şey olmadığına dair hepimiz hemfikirizdirJ Burada demek istenilen anlaşılıyor tabiki, ancak yine de böyle bir tanımlama çok tekdüze ve ‘altı boş’ hissettiriyor sanki. Durum böyle olunca, artık farklı şehirlerde, farklı kültürlerde yaşasak da hepimiz aynı evin farklı versiyonlarında oturuyor gibiyiz. Sizce de değil miyiz? 

 

Algoritmanın Estetik Anlayışı: “Güzel” Olanın Formülü 

Sosyal medya platformları bize neyin güzel olduğunu göstermekten çok, neyin güzel olduğunu öğretiyor. Ya da daha doğrusu, dayatıyor. Estetik tercih, bir zamanlar kişisel beğenilerin, deneyimlerin ve hatta kültürel birikimin bir yansımasıydı. Bugün ise bu süreç, algoritmaların yönettiği bir takibe dönüşmüş durumda adeta. Pinterest’in sonsuz scroll özelliği, TikTok’un “For You Page”i ya da Instagram keşfet sekmesi… Bunlar sadece bize hitap ettiğini düşündüğümüz görselleri göstermekle kalmıyor; aynı zamanda milyonlarca insanın ortak onayından geçmiş, algoritmik süzgeçten geçmiş “popüler estetiği” tekrar tekrar önümüze koyuyor. 

Yani aslında bir seçeneğimiz varmış gibi hissediyoruz. Ama o seçenekler, belirli estetik kalıpların dışına çıkamadığımız, sınırlı bir çerçeve içinde dönüp duran görsel tekrarlar haline gelmiş durumda. Herkese aynı stili “güzel” diye pazarlayan bir sistem var karşımızda ve bunu öyle zarifçe yapıyor ki; çoğu zaman farkına bile varmıyoruz. Algoritmalar, tıpkı moda endüstrisinin her sezon “yeni bir klasik” tanımlaması gibi, bizim için güzelliğin formülünü yazıyor. 

Özellikle iç mekan dekorasyonunda bu kalıplar giderek daha belirginleşiyor. Son yıllarda karşılaştığımız görsellerin ortak bir sözlüğü var adeta. Şöyle bir liste yapabiliriz mesela: 

  • Açık meşe ya da beyaz tonlarında düz çizgili mobilyalar 
  • Deseni bozulmuş gibi duran “Boho” halılar, yer yer püsküllü jüt detaylar 
  • Mermer desenli sehpalar ya da mutfak tezgahları — gerçek olmasa da olur(?) 
  • Gold detaylı abajurlar ya da ayaklı lambaderler 
  • Minimal ama estetik kaygılı duvar rafları — kimilerinin adı bile var artık: “Instagram rafı” 
  • Kurutulmuş pampas otları, zeytin dalları ya da okaliptüs demetleri 
  • Ve tabii ki her köşeye yerleştirilmiş cozy bir battaniye, yanına bırakılmış bir seramik kahve kupası 

Bu tercihler, ilk başta ilham verici ya da özgün görünebilir. Ancak tekrar tekrar aynı şekilde uygulandıklarında bir tercihten çok, bir ‘norma’ dönüşüyorlar. Adeta iç mimaride estetik anlamda bir “template” (şablon) dönemi yaşıyoruz. Her şey özenli ve güzel, evet. Ama bir yandan da rahatsız edici biçimde birbirinin aynısı. 

İşin ironik tarafı ise şu: Bu görüntüler, sahicilik hissi yaratmak için “doğallığı” taklit ediyor. Ama bu doğallık bile artık kurgu. Rattan bir sandalye ya da dağınık duran bir kitap yığını, aslında dikkatle yerleştirilmiş bir görsel stratejinin parçası haline geliyor:) Doğal görünmek için ne kadar çok çabaladığımızı fark edince, tüm bu süsleme çabası içinde gerçekliğin kendisini yitirdiğimizi hissediyoruz. 

 

Kopya Konfor: Neden Aynı Şeyleri Seçiyoruz? 

Bu “aynılaşma” yalnızca estetik bir sorun değil; çok daha derin, psikolojik bir ihtiyaçla bağlantılı. Çünkü seçim yapmak, aslında düşündüğümüzden daha yorucu bir süreç. Tasarımda bir stil belirlemek; neyin kişisel zevkimize uygun olduğunu tartmak, bazen trendlerin dışına çıkmayı göze almak… Bunların hepsi zihinsel enerji gerektiriyor. Karar vermek, belirsizlikle başa çıkmak demek ve insan zihni belirsizlikten pek hoşlanmıyor. 

İşte tam bu noktada devreye sosyal medya giriyor. Pinterest, Instagram ya da TikTok gibi platformlar, bize yalnızca ilham sunmuyor; adeta bir “hazır yaşam kiti” sağlıyor. 
“Bu koltuğu al, bu halıyla kombinle, şuraya pampas koy, ışığı yumuşat – ve beğenil.” 


Tüm bu öneriler, zahmetsiz ve risksiz bir yol vadediyor. Zaten on binlerce kişi tarafından beğenilmiş, onaylanmış bir estetik dilin içinde hareket etmek güvenli hissettiriyor. Çünkü insan doğası, ait olmayı ve kabul görmeyi arzular. Psikolojide de bu eğilim “sosyal kanıt” (social proof) olarak adlandırılmış: Başkalarının onayladığı şeyleri, biz de daha kolay kabul ederiz. Topluluk içinde benzer davranmak, tarihsel olarak bir tür hayatta kalma stratejisidir. Bugün ise bu strateji, dijital beğeniler üzerinden işliyor. 

Ancak tam da bu yüzden işin riskli tarafı ortaya çıkıyor. Kendi zevkimizle başkalarının beğenilerini birbirine karıştırmaya başlıyoruz. Bir rattan sandalyeye gerçekten mi bayıldık? Yoksa onu her yerde gördüğümüz, trend olduğunu bildiğimiz ve “evimiz öyle görünürse güzel olur” diye düşündüğümüz için mi tercih ettik? 

Bir noktadan sonra beğenilerimiz içselleştirilmiş olmaktan çıkıp dışsal bir estetik standarda boyun eğmeye başlıyor. Sevdiğimizi sandığımız şeyler, aslında ne kadar çok onaylandıklarına göre şekillenmiş oluyor. Ve bu, bizi fark etmeden bir tür kimlik bulanıklığına sürüklüyor. Evin düzeni bile bir tür “kişilik kartı” gibi sunuluyorsa, özgünlük nerede başlıyor, başkasını taklit etmek nerede bitiyor? 

Estetik Yorgunluğu: Aynı Güzellik Sıkıcı Olur Mu? 

Her gün yüzlerce “güzel” görsele maruz kalmak, bir noktadan sonra haliyle etkisini yitirmeye başlıyor. Bu durum görsel kültürde “estetik yorgunluk” olarak adlandırılıyor. Güzellik, alışıldık hale gelince sıradanlaşıyor; özgünlükse gitgide silikleşiyor. 

Artık sıradan bir obje bile, belirli bir estetik paket içinde sunulmadıkça bize çekici gelmiyor. Gözümüz, hep yeni bir şey arıyor ama nereye dönsek aynı mobilyalar, aynı açılar, aynı renk paletleriyle karşılaşıyoruz. “Sadeliğin” bile bir estetik kurgunun parçası olduğunu fark ettiğimizde, o sadelik bile yorucu geliyor. 

Sonunda ortaya çıkan şey şu: Evimiz, bizim değilmiş gibi hissettirmeye başlıyor. Kimliğimizi yansıtmaktan çok, sosyal medyadaki rafine bir estetik vitrine dönüşüyor. Kişisel alan, algoritmanın seçtiği bir dekor sahnesi haline geliyor ve bu, insanın kendi mekanında bile yabancı hissetmesine neden olabilecek bir durum. 

 

Özgünlük Nerede?  

Eskiden evler, içinde yaşayan kişinin karakterini taşırdı. Evin girişine asılan bir poster, eski bir konsolun üzerinde duran vintage bir biblo ya da rastgele bırakılmış bir kitap yığını… Bu kadar tektip üretim ve tüketim olmamasının sonucu olarak, her evin ruhu o eve özgüydü. Tüm bunlar o evin sahibine dair küçük ipuçlarıydı. Kimi zaman fazla söze gerek kalmazdı; mekan zaten anlatırdı. 

Bugünse birçok ev, bir PR ajansının hazırladığı “boho + minimal + biraz da gold” brief’inden çıkmış gibi görünüyor. Aynı renk paletleri, aynı dekoratif objeler, aynı bitkiler… Her şey yerli yerinde ama aynı zamanda çok tanıdık, hatta neredeyse anonim. 

Elbette bu benzerliklerin nedenleri var. Hepimiz aynı global markalardan alışveriş yapıyoruz, benzer bütçelere sahibiz ve küçük alanlarda yaşarken fonksiyonellik her şeyin önüne geçiyor. Ancak sorun mobilyada ya da aksesuar seçiminde değil; bu seçimlerin nasıl ve neden yapıldığında. 

Çünkü özgünlük, malzemenin kendisinde değil; onun nasıl yerleştirildiğinde, nasıl yaşandığında ve ne anlattığında saklı. Aynı kanepeyi beş kişi satın alabilir ama onu yerleştirme biçimleri, eşlik eden objeler ve evin genel ruhu tamamen farklı olabilir. Ne yazık ki algoritmalar, bu özgün hikayeleri bastıran kalıpları daha çok ön plana çıkarıyor. Bu da kişisel tercihleri, “onay alacak tercihlere” dönüştürüyor. 

Bugünün estetiği “güzel” olabilir ama gerçekten “sana ait” mi? İşte asıl farkı yaratan da bu soru. 

 

TikTok’un Yeni Modası: Anti-Trend Hareketi 

İlginçtir ki, bu tek tip estetik dalgasına karşı sosyal medyada yine bir karşı akım doğuyor. 
TikTok kullanmıyorum ancak konu ile ilgili biraz araştırma yapınca artık terimlerin yükselişte olduğunu gördüm: 

  • Maximalism is back 
  • Cluttercore
  • Wrongcore
  • Ugly design is the new cool 

Açıkçası Cluttercore ve Wrongcore terimlerini hiç duymamıştım. Özetle, estetik normlara karşı çıkan iki dekorasyon tarzı olduğunu anladım. Cluttercore, evleri kişisel eşyalarla, hatıralarla ve kaotik bir şekilde doldurarak özgünlük yaratmayı savunuyor. Minimalizmin tam tersine, dağınıklığı bir tür ifade biçimi haline getiriyor yani. Wrongcore ise, “yanlış” olanın güzellemesini yapıyor; uyumsuz renkler, çirkin objeler ve karışık stillerle bir tür estetik isyan yaratıyor. Özetle bu akımların ortak noktası geleneksel estetik anlayışını sorgulamak ve farklılıkları öne çıkarmak. 

Yani artık düzenli olmak değil, “kendine ait olmak” önemli. İnsanlar bilinçli bir şekilde ‘kötü zevkli’ objelerle ya da alışılmadık uyumsuzluklarla evlerini daha gerçek, daha “yaşanmış” göstermeye çalışıyor. Çünkü samimiyet, “derli toplu güzellikten” daha kıymetli hale geldi. 

Ancak bana kalırsa, bu yaklaşımlar da nihayetinde belirli kalıplara sokulacak türden. Çünkü sosyal medyada yayılan her akım, ister istemez toplumsal bir etki yaratıyor ve sonunda yine bir norm haline geliyor. Yani Cluttercore ya da Wrongcore ne kadar özgün bir karşıtlık gibi görünse de, bir süre sonra herkesin sahip olduğu ortak “kötü zevkli” objelerle aynı estetik anlayışını benimsemeye başlaması ve bu akımların da aynı “tek tiplik” tuzağına düşmesi bir hayli olası. 

Üstelik, maksimalizm ve benzeri akımların günümüz yaşamına pek de uygun olduğunu düşünmüyorum. Özellikle şehirlerde dar alanlarda yaşayan ve kafa karışıklığından kaçan bireyler için bu tür dekorasyon stilleri fazla karmaşık ve boğucu olabilir. İnsanlar artık huzur ve sakinlik arıyor; evler, birer sığınak ve rahatlama alanına dönüşüyor. Bu yüzden sadeleşmeye giden dekorasyon stillerinin artışını da tamamen doğal bir gelişim olarak görüyorum. Yeni yaşam tarzları ve stresli yaşam koşulları, minimalizmi ve sadeliği daha çekici kılıyor. Bu nedenle, insanların bu tür akımlardan etkilenmesini eleştirmek zor. Aynı nedenlerle, bir tasarımcı olarak kendi evimde de benzer arayışlara girdiğimi itiraf etmeliyim. 

Sonuç: Yeniden Kendi Evimize Dönmek Mümkün mü? 

Sosyal medyanın estetik dayatmaları, günümüzdeki yaşam alanlarını hızla birbirine benzetiyor. Ama aslında, bu benzerlik bizi derin bir içsel arayışa itiyor. Her şeyin sadece beğenilme arzusuyla şekillendiği evlerde, bir türlü tam anlamıyla var olamıyor, kendimizi bulamıyoruz. Her köşe, her detay sadece başkalarına sunulmak için tasarlanmışken, bu ortamda gerçekten kendimizi yansıtan bir yer yaratmak nasıl mümkün olabilir? 

Ev dediğimiz şey, sadece barınmak için bir yer değil; iç dünyamızın, hatıralarımızın, duygularımızın harmanlandığı, kimliğimizi taşıyan bir sahne olmalı. Gerçekten ilham verici olan şey, başkalarının beğenileri değil, bizim hikayemizle uyum içinde olan bir estetik. İşte o zaman ev, yalnızca bir dekorasyon unsuru olmaktan çıkar ve bizi en iyi şekilde tanımlayan bir alan haline gelir. 

Belki de artık sorumuz şu olmalı:  

“Bu objeyi neden seçiyorum?”  

“Bunu görünce ne hissediyorum?”  

“Evime benzeyen bir fotoğraf mı paylaşıyorum, yoksa fotoğrafa benzeyen bir evde mi yaşıyorum?”  

Bu noktada, popüler kültürün dayattığı ev modellerinin ötesine geçmek ve kişisel zevklerimize, ihtiyaçlarımıza saygı gösteren bir alan yaratmak, kendimizi ifade etmenin gerçek yolu. 

Belki bir sonraki kez evimizi düzenlerken, sadece estetik değil, bizim için neyin gerçekten anlam taşıdığına odaklanmalıyız. Çünkü evimiz, sadece içindeki eşyalarla değil, bizimle kurduğu duygusal bağla var olur. 

Sonuç olarak, en güzel evler; tasarımları, renkleri veya mobilyalarıyla değil, o evde yaşayan kişinin varlığını hissedebileceğimiz unsurlarla şekillenir. İçinde yaşadığımız her odada, bizi şekillendiren izler ve anılar bulunmalı. O anılar ki, biz olmadan o evin hiçbir anlamı yok. Ve gerçek özgünlük, başkalarına göstermek için değil, kendimize en yakın hissettiğimiz şekilde evimizi kucaklamakla mümkün. 

Canan Pervis

 

Sitemizi kullanarak çerezlere (cookie) izin vermektesiniz. Detaylı bilgi için Çerez Politikamızı inceleyebilirsiniz.